Aralıktan Seksek (Hop Through We Hop), Sanatorium, 2024
SANATORIUM, 8 Kasım - 21 Aralık 2024 tarihleri arasında Irmak Canevi’nin “Aralıktan Seksek” başlıklı, dördüncü kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Canevi “Aralıktan Seksek” sergisinde izin kavramını mekâna yaptığı müdahale ve malzeme ile metod kullanımını genişleterek ürettiği yeni çalışmalar üzerinden inceliyor. “Aralıktan Seksek” sokaktan geçen ahalinin açılan delikten içeriye bakmasına verilen izin; sanatçının her türlü malzeme ve metod ile oynayarak heykel üretmek için kendine verdiği izin; ve seveniyle kimliğini doyasıya yaşamasına verilmesi beklenen izin olmak üzere üç önemli izin üzerinde duruyor.
Serginin başlığı sanatçının galerinin ön cephesinde, vitrinde bulunan duvara açtığı deliğe referans vererek dışarıdan içeriye bakmamızın artık mümkün olduğunu hatırlatır. Bu aralıktan sanatçının sergi için beton ve balmumu ile kaplı kağıt kahve bardaklarından ürettiği çalışmalardan biri olan Gökkuşağı Ejderi’nin dışarıya dönük yüzünü görürüz. Çin figürü olan iki başlı bir ejderhadan ilham alan heykel, pragmatik ve oyunbaz iki farklı kafa arasında bir köprü kurar. Hong Kong’da inşa edilen yüksek rezidansların orta katlarına açılan boşluklardan geçen ejderha ruhlarının dağlardan denize doğru serbestçe uçabildiğine inanılır. Bir Çin öğretisi olan ve ‘rüzgar’ ve ‘su’ anlamına gelen feng şui ile yakından alakalı bu tasarım hava sirkülasyonunu ilgilendirmektedir.
Gökkuşağı Ejder’i gibi alışılmadık malzemelerden üretilmiş bir seri heykel duvarda kendi rafları üzerinde sergilenir. Lip Burn (O), Şipşak, Kağıt Kahve Bardağının Mekan İçindeki Kendine Özgü Biçimleri (Rastlantısal Boccioni) ve Kulak Ver Bana Canevi’nin bir süredir sanat üretiminde malzeme olarak kullandığı kağıt kahve bardaklarından yaptığı heykellerin çok bileşenli yeni varyasyonlarıdır. Vakumlanmış şekerlerden yaptığı Tatlısın sanatçı Felix Gonzales Torres’in sevgilisi Ross’un kaybını ölümsüzleştirdiği İsimsiz (Ross’un L.A.’deki Portresi) adlı çalışmasını anar.
Duvarlardaki kutu çerçevelerde sanatçının farklı şehirlerde çektiği detay fotoğraflarından yola çıkarak inşa ettiği maketler yar alır. Brikolaj ve kolaj teknikleri ile üretilen bu kompozisyonlar Canevi’nin kare kadraj kullanarak çektiği fotoğrafları parçalayarak yeniden bir araya getirdiği soyut rölyeflerdir.
İkiye bölündüğü için artık sekmesi mümkün olmayan tenis toplarıyla kaplı iki bacak üzerine kurulu yüksek bir figür ise aynı zamanda daha küçük diğer heykellerin sergilendiği bir kaideye dönüşür.
Canevi bu sergisinde heykel üretimine ağırlık vererek, değişik malzemeleri kimi zaman birbirine bağlamak suretiyle yaptığı form çalışmalarıyla üretimini çeşitlendiriyor. İzin kavramını farklı yönleriyle ele alan bu çalışmalar, hem kişisel olarak verilen izinler hem de toplumsal anlamda başkasının onayını beklemeden sanatçının kendisine queer varoluş anlamında verdiği ‘izni’ somutlaştırıyor.
\\\\
SANATORIUM presents Irmak Canevi’s fourth solo exhibition “Hop Through We Hop” between the dates of November 8 and December 21, 2024. In “Hop Through We Hop” Canevi explores the notion of permission in several ways, including an intervention in the space, and new works produced by expanding his use of materials and methods. The exhibition focuses on three important permissions: permission given to the passersby to look at the gallery through an opening; permission the artist gives himself to produce sculptures while playing with all kinds of materials and methods; and finally the permission he must have to live his identity to the fullest with his lover.
The exhibition’s title refers to the hole that the artist made in the wall of the display window of the gallery, reminding us that it is now possible to look from the outside in. Through this gap, we see the outward-facing face of Rainbow Dragon, one of the works the artist created for the exhibition using paper coffee cups covered with concrete and wax. Inspired by the Chinese figure of a two-headed dragon, the sculpture bridges the divide between the pragmatic and the playful. In Hong Kong, it is believed that dragon spirits can fly freely from the mountains to the sea through gaps left in the middle floors of high-rise residences. This design has its origins in the Chinese teaching of feng shui, meaning 'wind' and 'water'.
Much like Rainbow Dragon, a series of sculptures made of uncommon materials are displayed on their own shelves on the wall. Lip Burn (O), Snap, Unique Forms of the Paper Coffee Cups in Space (Accidental Boccioni), and Lend Me An Ear are new multi-component variations of Canevi's sculptures made of paper coffee cups. You Are Sweet, made of vacuum-sealed candies, references Untitled (Portrait of Ross in L.A.) by the artist Felix Gonzales Torres, in which Torres immortalizes the loss of his lover Ross.
Models built by the artist based on photographs of urban details of different cities are displayed in shadow boxes on the walls. These compositions produced through his use of bricolage and collage techniques are abstract reliefs Canevi reassembled by deconstructing the photographs he has taken.
A tall figure on two legs covered with tennis balls that can no longer bounce because they have been cut in half also becomes a pedestal on which other smaller sculptures are displayed.
In this exhibition, Canevi concentrates on sculptures and diversifies his production through works made by fastening different materials. These works, which deal with different aspects of the notion of permission, ultimately embody the 'permission' given by the artist to himself to pronounce his queer existence both artistically and in society, without seeking anyone’s approval.
\\\\
Art Unlimited'de yayımlanan röportajımızın tamamını aşağıdaki linkten ulaşabileceğiniz sayının 30 ve 32. sayfalarında okuyabilirsiniz:
\\\\
Güzel Yeniden :: Art Unlimited için sevgili Murat Alat'ın kaleminden
Güzelliğe ne olduğunu bilen var mı? Onu hiçbir yerde göremiyorum. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde güzellikten en ufak bir iz var. Adına medeniyet dediğimiz imgeler imparatorluğu, ardına yüzyılların birikimini de alarak güzelliğin memelerini aç bir enik gibi kuruttu. Artık bana hiçbir şey güzel gelmiyor, evet bazı şeyler beni mümkün olduğu kadar heyecanlandırmaya kadir ama güzel dediğimiz şey kitaplardan öğrendiğim kadarıyla bir zamanlar basit bir kalp çarpıntısının ötesindeymiş. İnsan evladını tanrıların arasına ya da o tek tanrıya katma kudretindeymiş. Sanat mı? Çağlar boyunca öyle ya da böyle kendini güzeli ister yeryüzünde ister gökyüzünde bulmaya adamış olan bu uğraş yirminci yüzyılın başlarında anti-estetiğin manifestosunu yazarak asli görevinden istifa etti, güzelle muhabbeti yekten kesti. Her ne kadar bazı sanatçılar güzelliğin hasmı olan çirkinliğin peşine takılıp kayıp olduğunu düşündükleri pathos’u bu cehennemden gelen güçte arasalar da şimdi olmaz denen oluyor ve çirkinlik de kitsch’e boyun eğip güzellik gibi sanatın mıntıkasını terk ediyor. Üzücü, çirkinliğin sanatı benim için uzun süre epey tesirliydi. O zaman geriye ne kalıyor? Duyulara hitap etmeyen bir sanat mümkün mü? Açıkçası bilmiyorum.
Hayır yalan söyledim. Güzellik artık kayıp değil. Onu kısa bir süre önce buldum. Her şeyin sayılara tahvil edilip internetin dünyanın köşe bucağını tahakkümü altına aldığı bu çağda, tam da imgenin tüm imkanlarının tükendiğini sandığım bir anda güzellik burnumun dibinde fi lizlenmiş meğer. Ben yapay zeka, robotlar, algoritmalar derken sanat, hiç beklemediğim bir şekilde, uzun zaman önce yollarını ayırdığı karındaşı zanaatin imkanlarını internet kültürünün imge üretme taktikleriyle çaktırmadan birleştirip zamanın ruhunu yansıtan terütaze bir güzelliğin bahçesini çapalamaya başlamış. Bu yazı, bir süredir sinir sistemimi meşgul eden çağdaşım güzellik rejimini anlama çabasıyla yazıldı. Bu çabayı da uzun zamandır alttan alta duyumsadığım ama adını bir türlü koymadağım bir şeyi karşıma apaçık çıkaran bir sergiyle kol kola yürütmek derdindeyim. Irmak Canevi’nin Aralıktan Seksek namlı sergisi bu yazıda yoldaşım olacak.
Aralıktan Seksek bir karnaval ve kalbinde de adi sınai nesneler var. Hani gündelik hayatta karşılaştığımızda çoğu kez fabrikadan henüz çıkmış olan, tam da ihtiyacımız olduğunda elimizin altında hazır ve nazır bulunan, işini sessiz sedasız gören ve çabucak da çöpe atılan, pek az ihtimam gösterdiğimiz, hiçbirimizin ardından yas tutmadığı, ne maddi ne manevi herhangi bir değere sahip nesneler. Plastik pipetler, strafor bardaklar, pasta süsleri, dandik servis altlıkları vesaire, vesaire. Evet, farkındayım, sanatın alelade olana, hadi gerçek adını söyleyeyim kitsch olana duyduğu ilgi pek de yeni değil. Hatta bir fetiş mertebesine ulaşmış bu ilginin ta kendisinin de uzun süredir banal olduğunu kolaylıkla yazabilirim ama Aralıktan Seksek’te çok farklı bir şey var bunu kabul etmeliyim. Bütün bu pipetler, bardaklar, süsler ve tam olarak teşhis edemediğim bilimum şey onları var kılan, ellerinde varlık buldukları Demiurgos’un kendilerine biçtiği formu koruyamamış ve hatta kim bilir belki de bile isteye korumamış, tanınamaz hale gelmiş Aralıktan Seksek’te. Yine de bu sergide formun yitimi, formdan kaçış çoğu zaman beklenebileceği gibi, çoğu zaman olduğu gibi, söz konusu şeyleleri abject kılmamış, bu şeyler katiyen sapkın bir arzuyu devindirmeye muktedir tiksintinin halesi ile kutsanmamış. Eskiden olsa buna üzülürdüm zira dedim ya çirkinlik uzun süre benim için bir cazibe kaynağıydı ama şimdi itiraf etmem gerekir ki tasvir etmemin imkansız olduğu bütün bu şeyler bana mutluluk veren, damarlarıma yaşam pompalayan tuhaf bir güzelliği doğurmuş. Peki tam olarak ne bu şeyleri güzel kılan?
Aralıktan Seksek’te beni mutlu kılanın, var olma kudretimi arttıranın ne olduğunu anlamak için güzellik üzerine tefekküre daldığımda fark ettim ki yerle gök arasında bölünmüş dimağımın güzel bulduklarının birbirine zıt iki kaynağı var. Güzel benim için, benim aciz anlama yetimin vakıf olduğu kadarıyla, ya yerden bitmeli ya göklerden inmeli. Bir yandan yeryüzünde var olan her şey gibi topraktan yetişmiş bir varlık olan şu naciz bedenim kendisi gibi topraktan yetişen, her biri adına doğa dediğimiz gizemli bir gücün ellerinde eşsiz, tekrar edilemez bir forma bürünen tek tek bütün var olanlarda güzeli bulmaya teşneyken öte yandan her şeyi neden sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışan, kategorik düşünen, hesapçı ve taksonomik zihnim yeryüzünün hercümercine bir düzen biçen, onu simetri, oran gibi var olanlara aşkın, her daim akli bir kuralın altında bir araya getiren, mükemmel bir varlığın
eserlerinde güzeli yakalamayı alışkanlık haline getirmiş. Yine de iş keşke bu kadar basit olsa. Hikayenin aslı varoluşun içinde ne yer yerini biliyor ne gökler gökte kalıyor. Delifi şek doğal bedenlerle dediğim dedik soyut akıl hemen hemen her daim, hemen hemen her yerde karşı karşıya geliyor. Üstelik söz konusu ben isem yeni yeni farkediyorum ki bana uzun süre boyunca varoluşun hazzını tattıran, bana var olduğumu hissettiren de asıl bu ezeli mücadeleymiş. Uzun bir süre boyunca abject olanı çekici bulmam formun doğanın karanlık güçleri tarafından ihlalinden sapkın bir zevk almamdan, varoluşun anlamını tam da bu çatışmada, sınır koyan yasa ile sınırı ihlal eden güç arasındaki bu diyalektikte bulmamdan beri gelmiş. Şimdi bu arkaik maniheist zihniyetten kurtulma vakti. Bu ikiliğe bir son vermeli. Peki nasıl? Bence Aralıktan Seksek bana yolumu gösterir.
Aralıktan Seksek’te bir araya gelmiş olan şeylerin, kadiri mutlak bir yaratıcının tezahürleri olan güzel formlardan pay aldığını kabul etmem imkansız, şayet öyle olsaydı aklım bu şeylere nüfuz edebilmeli onları açık ve net bir şekilde tanıyabilmeli, onları nesnesi kılabilmeliydi. Halbuki başım gelen bunun tam tersi. İyi ki de öyle zira yirminci yüzyıl bize defaatle bu aşkın, ideal formların pek de sanıldığı gibi göklerden inmediğini aksine iktidar ilişkileri içinde, dünyanın tam kalbinde şer ateşinde dövüldüklerini göstermedi mi? Parçası olduğumuz medeniyette ideal güzellik beklediğimiz gibi bizi dünyanın acımasızlığından, ölümün zulmünden kurtarmaktansa bizim zapturapt altına alınmamızın en etkili araçlarından biri olarak kullanılagelmedi mi? Aralıktan Seksek’te karşımda duran şeyler kesinlikle güzelliklerini bir ideale borçlu değiller. Kerterizimiz ideal bir formsa bu şeyler mükemmel olmaktan çok kusurlular ve hatta ucubeler. Yine de bu şeylere abject demem de mümkün değil. Evet formsuz olmasına formsuzlar ama abject’i büyüleyici kılan dağılmadan, çürümeden, ölümden de eser yok bu şeylerde. Bu şeyler göz ardı edemeyeceğim raddede yaşam dolu. Bundan eminim çünkü bu şeylere baktığımda tıpkı insan eli değmemiş vahşi bi doğa parçasıyla karşılaştığımda ya da doludizgin bir çocuğun haşarılığına şahit olduğumda içimde kabaran canlılığın aynısını duyuyorum vücudumda. Ama sınai üretim inorganik şeyler nasıl ağaçlar, çocuklar gibi yaşama haiz olabilir? Özellikle de bu şeylerin yaşamla özdeşleştirilmesine alışık olduğumuz formaların bir taklidi olmadığı kesinse nasıl olur da bu
şeyler damarlarımın çeperlerindeki basıncı artırmaya muktedir olabilir? Açıkçası bilmiyorum ama farkındayım ki Aralıktan Seksek’te karşımda şenlik içinde birbiriyle oynayan yaşam dolu, neşe dolu şeyler var, aşikar ki Irmak Canevi tıpkı henüz yaşamın güçlerini bastırmayı öğrenmemiş, terbiye edilmemiş bir çocuk gibi bu şeylerle ellerini, ağzını burnunu, üstünü başını kirlete kirlete oynamış. Bu şeylerin de ahlaksızca onunla oynadığı kesin. Bütün bu şeyler eşsiz formlarını, yaşamın en net tezahürlerinden biri olan, tüm amaçlardan azade kılınmış özgür bir oyunda bulmuş.
Aslında eminim Aralıktan Seksek’e güzelliğini veren yaşamın ta kendisi. Bunu en başından, daha sergi salonuna ilk adımımı attığım, bu şeylerle ilk karşılaştığım andan itibaren hissediyordum. Bu yaşam öyle bir güç ki çağlar boyunca dört bir koldan üzerine çullanan tüm temsil edilme, zapturapt altına alınma girişimlerine direnebilmiş, hâlâ heybesinden terütaze biçimler çıkarmaya muktedir bir yaratıcı. Tekliğin değil çokluğun, düzenin değil kaosun kaynağı. Lakin önemli bir husus var: Adına doğa dediğimiz şeyle yaşamı özdeş tutmamak gerek. Biraz spekülatif düşünceyle yaşamı doğanın da ötesine uzatmak gerek. Türlü önyargıyla adına cansız dediğimiz inorganik maddenin nasıl olup da canlı organizmalara imkan verdiği hâlâ muğlak iken gelin biz bu muğlaklığı fi rsata çevirip tüm var olanları kendi üzerine kıvrıla kıvrıla, bir yaratıcıya ihtiyaç duymadan kendini örgütlemeyi becerebilen ve varlığı bir önkoşul olarak kabul etmektense onu ancak bir ufuk olarak bilen şeyler olarak kabul edelim. Aralıktan Seksek böylesi bir varoluşun, yaşamı doğanın da ötesinde arayan güzel bir varoluşun mümkün olduğunun güzel bir kanıtı.
Aralıktan Seksek gözden çıkarılması işten bile olmayan nesnelerde yaşamı arayan bir ihtimamın ürünü. Artık biliyorum bugün güzeli Platonik bir düşünce rejiminin çağdaş uyarlamasından başka bir şey olmayan yapay zekanın yaratılarında aramaktansa alelade olanda, her an elimizin altında olanda hatta aptal olanın, akıldan pay almayanın kendi başına yarıla yarıla açığa çıkardıklarında bulmak gerek. Zira yaşam tam da şimdi ve burada. Aralıktan Seksek işte tam da bu sebeple sanatı güzelle yeniden buluşturan bir akımın temsilcisi. Güzelliği artık yeniden düşünmek gerekli. Varoluşun neşesinden pay almak gerekli.
\\\\
Muzlu karanlıktan ejderhalı aydınlığa… :: T24 için sevgili Zeynep Aksoy'un kaleminden
Sanatla ilişki kurarken 35 cent’ten sırf bir sanatçı duvara yapıştırdı diye 6.2 milyon dolara satılan ve onu satan 74 yaşındaki Bangladeşli göçmeni ağlatan bir muz yüzünden üzülmeye değil, iki başlı gökkuşağı ejderinin uçuşuyla güzel hayaller kurmaya ihtiyacım var; bence tüm dünyanın ve insanlığın da…
Her bir işinin bünyeme ayrı bir neşe ve keyif yüklediği, bana çok iyi gelen Irmak Canevi’nin “Aralıktan Seksek” sergisi ve sanatın iyileştirici gücü üzerine bir yazı yazmak için bilgisayarı açtığımda karşıma çıkan bir sanat haberi boğazıma bir düğüm, mideme bir yumruk yerleştirmek suretiyle “iyileştirici güç” kavramını yeniden düşünmeme sebep oldu.
Beni hasta eden, geçtiğimiz günlerde Sotheby’s müzayedesinde 6.2 milyon dolara satılan, İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın kavramsal işi “Komedyen”in 3. edisyonunu, yani “Dole” marka bir muzu müzayede evinin önündeki tezgahında 35 cent’e satan 74 yaşındaki Bangladeşli Shah Alam’la New York Times’da yapılmış bir röportajdı. Alam, sattığı muzun bir koli bandıyla duvara yapıştırılarak sanata dönüştürüldüğünü ve 6.2 milyon dolara alıcı bulduğunu öğrenince ağlamaya başlamış. 74 yaşında, 5 kişiyle paylaştığı bir bodrum katına ayda 500 dolar kira ödüyor, haftanın dört günü, her türlü havada 12 saat boyunca ayakta kalarak meyve satıyor ve tezgâhın sahibi bile değil; tezgâhın sahibinden saat başı 12 dolar ücret alıyor. Muzu satın alan 34 yaşındaki kripto girişimcisi Hong Kong’lu Justin Sun, X hesabından bu işin birçok tartışmanın konusu olacağını ve tarihe geçeceğini yazmış. 6.2 milyon dolarlık muzunu 29 Kasım’da canlı yayında afiyetle yedi. Sun’un 3. edisyonunu aldığı Cattelan’ın bu kavramsal işi ilk kez 2019’da Miami’de bir sanat fuarında görücüye çıkmış ve ilk iki “edisyon” 120 biner dolara satılmış. Edisyondan kasıt muzun kendisi, zira esas satılan, Marcel Duchamp’ın 1917 tarihli pisuarından beri, aslında bir fikir. İşi satın alanlara aynı zamanda muzu kaç günde bir değiştirmeleri ve duvarda tam olarak kaç santim yüksekliğe yapıştırmaları gerektiği gibi bilgileri de içeren bir “kullanım kılavuzu” ve bir koli bandı veriliyor. Sanatın ne olduğu veya olmadığı, neyin sanat olduğu ya da olmadığı ve kavramsal sanat üzerine saatler ve sayfalar sürebilecek tartışmalar bir yana, dünya ne zaman dev bir muz cumhuriyeti küresine döndü? Kimler nasıl paralarla oynuyor ve zavallı yaşlı Bangladeşli satıcıya biraz “komisyon” vermek sanatçının, muzu alanın veya müzayede evinin hiç mi aklına gelmedi gibi sorularla ruh sağlığımı ve sanatın “iyileştirici gücü”ne olan inancımı tamamen yitirmeden önce, bu saçmalığı kafamdan derhal atmaya karar verdim. Bunun en iyi yolu yeniden “iyi gelen” sanat görmekti, dolayısıyla Canevi’nin sergisine bir daha gittim.
Karaköy’deki Sanatorium galerisinin sokağa bakan camının önünde bir duvar vardır ve içerisi görülmez. Irmak Canevi, dördüncü kişisel sergisi “Aralıktan Seksek”’le ilk kez bu duvarı “deliyor”, ve ortasına açtığı pencereden içeriye bakmamıza izin veriyor. Bu pencereden sanatçının beton ve balmumu kaplı kâğıt kahve bardaklarından ürettiği “Gökkuşağı Ejderi”ni görüyoruz. Yüzü dışarı dönük olan, ilhamını Çin figürü iki başlı ejderhadan alan, üzerinde iki minik gökkuşağı taşıyan bu heykel, oyunbaz ve pragmatik iki farklı kafa arasında köprü kurarken bir yandan da bir inanışa gönderme yapıyor. Hong Kong’daki yüksek rezidansların orta katlarına açılan boşluklardan geçen ejderha ruhlarının dağlardan denize serbestçe ulaşabildiklerine inanılırmış: Bu mimari tasarım anlayışı “rüzgâr” ve “su” anlamına gelen “feng şui” ile ilgili ve mimaride hava sirkülasyonunun önemine işaret ediyor. Ejderha da Hong Kong’daki gökdelenlere benzeyen, ortalarında ve aralarında boşluk olan iki demir ayağın üzerinde duruyor. Ve de alev şekline pleksiglas bir kaide üzerinde. Bu Ejderha’nın alevi ve oraya yine geleceğiz.
Canevi buluntu ve eski bir kazak gibi saklanmış malzemeleri çeşitli yöntemlerle bir araya getirip çok özgün heykeller ve kolajlar yaratmış bu sergisinde. Konsept olarak “izin vermek”i seçmiş. Duvarda bir delik açarak izleyiciye verilen izin, her türlü malzemeyle serbestçe yaratmak, üretim tarzını özgür bırakmak, bir anlamda yeniden çocuk olabilmek için kendine verdiği izin ve “yasaklanmış” bir varoluş biçimini, kuirliği kamusal alanda sanatla harmanlamaya dair bir başka kişisel özgürlük izni.
Canevi’nin karton kahve bardakları, pipetler, şişe kapakları, renkli ambalajlar, kokteyl kürdanları, balmumu, şekerler, eski işlerinden parçaları birbirine iliştirerek yarattığı heykellerden bazıları kaidelerine “sağlam” basarken bazıları sanki zorlukla dengelenmiş gibiler; tek başına ayakta duramayacak parçalar birbirine dayanarak birlikte yeni birer varoluş oluşturuyorlar; tıpkı quir varoluş biçiminin dayanışması ve quir bireylerin hayatta kalabilmek, hayata tutunabilmek için birbirlerine sığınmaları gibi…
Bir büyük şehir tutkunu olan sanatçının gezdiği kentlerde çektiği fotoğrafları soyutlayarak oluşturduğu kolajlar, kutu çerçeveler içindeki maket rölyefler ise adeta ejderhanın masalsı yolculuğundaki uçuş rotasının ipuçlarını veriyor, içlerinde ejderhanın geçebileceği (hatta birinde çaktırmadan geçtiği) küçük muzip boşluklar var. Berlin’de bir mall’da çekilmiş fotoğrafların verdiği ilhamla oluşmuş kolaj/enstelasyonun içine iliştirilmiş, bir barda bulunmuş “erste liebe/ilk aşk” yazısı ya da yine şehir fotoğraflarından ilham alan bir diğer rölyefe dahil olmuş lostra salonu kağıdıyla çekecekler Canevi’nin detaya, sürprizlere ve anılara verdiği önemin simgeleri olarak işlerine dahil oluyorlar.
“Tatlısın” isimli, vakumlanmış şeker, kokteyl kürdanı, çikolata, reçine gibi malzemelerden oluşan (ve benim favorim) heykel hüzünlü bir hikâyeye gönderme yapıyor. Kübalı-Amerikalı sanatçı Felix-Gonzales Torres’in “İsimsiz-Ross’un L.A’deki portresi” (1991) adlı işine… Torres’in bu işi AIDS’ten gün geçtikçe kilo kaybeden hayat arkadaşı Ross’un vücut ağırlığı kadar ambalajlı şekerin galerinin bir köşesine yığılmasından oluşuyordu. Ziyaretçiler bu şekerleri alıp yerken gittikçe küçülen şeker kümesi Ross’un bedeninin virüsle gün geçtikçe erimesini temsil ediyordu. Torres de 1996’da AIDS’e bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybetti. Canevi’nin şekerleri ise sımsıkı bir aradalar, vakumlanmışlar, kimse onları yiyemez; içindeki bir doğumgünü pastasından kalma “I love you” yazısı, üzerindeki süslü kürdan ve rengarenkliğiyle, mutlu ve sağlam olduğu kadar eğlenceli, oyunlu ve çetrefilli bir varoluşun, yani kuir varoluşun simgesi bence “Tatlısın…”
Sanat bir fikirse, bu sergide de bir fikirler yığını var, her heykelin ve rölyefin arkasında, içinde, oluşum sürecinde, işlerin “Örgüye mi Başlasam?”, “Mısırımı Paylaşmam” gibi yaratıcı isimlerinde… Ve Ejderha’nın nefesinde… Ejderha, belki de gerçek hayatta hiç karşılaşmadığımız mitik bir figür olarak serginin her yerinde; hem eğlenceli hem gizemli ve hem de bazıları için korkutucu; ürkütücülüğü (ve bence bu sergi içindeki zırhı) ateş saçma potansiyelinden geliyor. Ejderha’nın sebep olduğu bir çok yangın var sergide: Rölyeflerin yakılmış ahşap çerçeveleri, iki başlı Ejder’in oturduğu pleksiglas kaidenin alev şeklinde olması, “Tatlısın”ın kaidesindeki yanıklar… Ve, oradaki diğer başka saklı şeyler gibi, ancak sergiyi gidip gördüğünüz zaman fark edeceğiniz, ejderha nefesiyle yanmış çeşitli küçük izler…
Müthiş bir emek ve görsel/estetik kaygılarla üretilmiş gerçek, elle tutulur işlerden oluşuyor Canevi’nin sergisi… Buradaki işleri de belli paralar (muz’a göre aşırı makul paralar) karşılığında satın alıp evinize götürebilirsiniz. Çok şükür ki yenilebilir ya da çürümeye yatkın değiller, hayat boyu sizinle yaşayabilirler.
Canevi’nin sergi kitapçığında Ejder Aydoğdu’nun sergi için yazdığı harika bir Ejderha masalı var, ejderha okulundaki küçük ejderhaların uçuş imtihanı gününe dair. Masalda Şelale Şarkısı adlı küçük ejderha, imtihan sırasında zorlandığı, karanlıkla aydınlık arasında kaldığı an dadısı aydınlık tarafta ne gördüğünü soruyor ona:
“Burada umut var dadı. Kırılganım ama bu duygu benim bir ejderha olduğumu hatırlatıyor bana. Utanmıyorum kırılgan ve duyarlıyım diye. Ben böyleyim işte… Oyunlar oynayıp duruyorum. Yapıyorum, bozuyorum, gülüyorum, eğleniyorum, renklere dalıyorum. Bir rüyada yaşıyorum ve o rüyada olmak ahh ne güzel!”
Dünyanın en birbirinden alakasız iki sanat olayını nasıl olup da aynı yazıda bir araya getirmeyi başarabildim diye düşünürken bu masalı okuyunca sonunda bir anda kendi derdime aydım: Benim için o muz ve bütün hikayesi vahşi kapitalizmi, toksik masküleniteyi, küresel finans dünyasının sevimsiz, tekdüze karanlığını, canavarca tüketmenin yarattığı esareti; Canevi’nin rengarenk, eğlenceli, yaratıcı, bol göndermeli sergisi ise bunun tam tersini; aydınlığı, özgürlüğü, buluntu malzemeyi dönüştürerek var olandan, belki çöpe atılacaktan yeni değerler yaratmayı, neşeyi, sevgiyi ve kuir varoluşun her daim çocuk kalma merakının o karşı konulmaz cazibesini temsil ediyor da ondan aynı yazıda bir aradalar. Karanlığa karşı aydınlık…Uyanıklığa, kısa yoldan köşeyi dönmeye karşı emekle üretmek... Şuursuz tüketime karşı var olanı bilinçle yeniden değerlendirmek… İçinde yaşadığımız dünyaya karşı arzu ettiğimiz dünya.
Benim sanatla ilişki kurarken 35 cent’ten sırf bir sanatçı duvara yapıştırdı diye 6.2 milyon dolara satılan ve onu satan 74 yaşındaki Bangladeşli göçmeni ağlatan bir muz yüzünden üzülmeye değil, iki başlı gökkuşağı ejderinin uçuşuyla güzel hayaller kurmaya ihtiyacım var; bence tüm dünyanın ve insanlığın da… O yüzden, lanet gelsin acımasız ve vahşi kapitalizmin yücelttiği her boş işe… Muz çoktan yendi, tüketilip bitti, Irmak Canevi’nin mutluluk saçan sergisi ise 21 Aralık’a kadar Sanatorium’da.